St. Petersburg’daki Şaka Çeşmesi ve ilginç hikayesi :)

Fotoğrafa bakınca diyeceksiniz ki çeşme nerede? Rehberimiz söylediğinde ben de ona çeşmesiz çeşme olur mu hiç demiştim. Tabii burada bir an için dikkatimizden kaçan çeşmenin adının şaka olması. Yani çeşme gibi gözükmeyen bu taşların içinde tatlı bir sürpriz saklı. İsmi de bu eğlenceli bilmeceden geliyor. Gördüğünüz taşların birbirleri ile esrarlı bir bağlantısı var.  

İçkiyi çok seven ve kolay kolay sarhoş olmayan Büyük Petro misafirlerini iyice içirdikten sonra buraya getirip bu taşların üzerinden yürüyebilecek misiniz diyormuş onlara. Ardından da sadece kendisinin bildiği doğru taşların üzerinden yürüyormuş. Misafirleri de tabii biz de yürüyebiliriz deyip taşların üzerine çıktıklarında, işte olan o zaman oluyormuş. Petro’nun bastığı taşların dışındaki taşlara basıldığında taşların arasındaki gizli fıskiyeler çalışmaya başlıyor ve tüm misafirler bir anda sırılsıklam oluyormuş. Petro, ziyaretine gelenlerle böyle dalgasını geçiyormuş işte…

Merak ediyorum, bizim Osmanlı temsilcileri de ıslanmışlar mıdır bu şaka çeşmesinde? Tarih kitaplarımız yazıyor mudur, ıslananları ya da ıslanmayanları? Bir gün bunları anlatabilecek kadar cesaretle yaklaşabilecek miyiz tarihe? Bu çeşmesiz çeşmeye bakarken işte böyle bir sürü soru geçiyordu kafamın içinden…

Petersburg’da bir cadde kenarı ve düşündürdükleri

Medeniyetin en önemli ölçütlerinden birinin çiçekler ve çiçeklere gösterilen özen olduğunu düşünürüm.

Çiçekli bir ev, çiçekli bir şehir orada yaşayan insanların doğanın sesini duyduklarının en basit göstergesi değil midir?

 

Kapitalizmin çöküşü ve sonrasına ilişkin küçük bir öngörü

Kapitalizmin çöküşü, ortaya çıkardığı kültürün ve sanatın çöküşünü de beraberinde getirecek. Ne kadar dirensek de daha iyi veya daha kötü olabileceğini bilemeyeceğimiz, insanın yaratıcılığının öne çıkacağı yeni bir dünya doğuyor. Yaşanan tüm sıkıntılar bu yeni dünyanın doğum sancıları belki de.

İçimize açılan kapıların anahtarlarını bulamıyoruz

İçimize açılan kapıların anahtarlarını bulamıyoruz bütün derdimiz bu. Kimimiz tüm kapıları açan maymuncukların bizim kapılarımızı da açacağını düşünüyor, kimimiz kolay açılmasın diye bir kilit daha vuruyor kapıya, kimimiz anahtar deliğinden görebildiğimiz kadarı ile biliyoruz içimizdekileri, kimimiz kapının arkasındakilerle baş edemeyeceğinden korkup içerideki yükün baskısı ile açılmasın diye kapının önüne ne varsa yığıyor, kimi ise böyle kapıların olup olmadığının farkında bile olmadan tüketiyor yaşamını…

Sizi borçlandırarak bir kere ele geçirdiler mi artık onlardan kurtulmanız öyle kolay değildir

Sizi borçlandırarak bir kere ele geçirdiler mi artık onlardan kurtulmanız öyle kolay değildir. Sistem kementini atmıştır boğazınıza bir kere, özgürlüğünüzü teslim almıştır sizden. “Bugün borç alan yarın emir alır” diye boşuna dememiş atalarımız, bir kere emir almaya başlayınca sistem her istediğini yaptırmaya başlar size. Borcunuz vardır, sevmediğiniz işi bırakamazsınız, borcunuz vardır istediğiniz hayatı yaşayamazsınız, borcunuz vardır hayal ettiklerinizi gerçekleştiremezsiniz, kısır bir döngünün içinde dönmeye başlamışsınızdır. Boğazınızdaki kement sizi sıkıyordur ama çıkartamazsınız onu oradan. Sonra düşünürsünüz, ben bu borcu niye almıştım, neden nakit akışı mı bozmuştum diye, bakarsınız ki hiç de gereği yokmuş aslında bu sıkıntıya. Faizi ile ödediğiniz borç sadece para değil bu paraya sahip olmak için harcadığınız zamandır yani hayatınızdır aynı zamanda. 😊

Soruna hastalıklı sistemin içinden baktığınız sürece bulacağınız çözümler de doğal olarak sağlıksız olacaktır

IK seminerlerine takip etmeye çalışırım, IK yazılarını da okurum ama pek haz etmem bu seminerlerden, yazılardan, açıkcası çok fazla bir şey de alamam bu çalışmalardan. Neden derseniz, genellikle sistemin içinde kalan çözümler ve öneriler getirirler. Oysa sıkıntının aslı sistemin kendisindedir. Soruna hastalıklı sistemin içinden baktığınız sürece bulacağınız çözümler de doğal olarak sağlıksız olacaktır. Bu konuşmalara, yayınlara dikkat edin, hep sorunun insanda, iş arayanda olduğunu vurgularlar, firmaların arayışlarında yaptıkları yanlışları hiç dile getirmezler, şirketlerin hatalı tutumlarından dolayı insanların oralarda yaşadıkları sıkıntıları anlatmazlar. Yani insanı firmaların aradığı formata dönüştürmeye çalışırlar. Fakat unuttukları bir nokta vardır; Firmaların sadece kârlılık üzerine kurdukları yanlış politikaları insanların performansını düşürüp, potansiyellerinin ortaya çıkmamasına neden olmaktadır ve asıl sorun da buradadır.

Hayatımızı yöneten 2 korku

Gelecek korkusu adına bir yaşamı feda edip, yeterli paraya ulaştıktan sonra başka bir korku ile tanışıyoruz; “parayı kaybetme korkusu”. Bu sefer de bu yeni korkumuz bizi yönetmeye başlıyor. Çözüm mü, çok basit, korkularımızın bizi değil, bizim korkularımızı nasıl yönetebileceğimizi öğrenmek. Dünyayı daha iyi anlamak, kendimizden daha iyi bir ben yaratabilmek, önceliklerimizi doğru belirlemek, yaşananlardan doğru dersleri çıkarmak, varoluşumuzu nerede, ne yaparak buluyorsak o noktada durup, tüm bunların bir listesini çıkarmak.

Yanlışlar, doğrulardan daha öğreticidir

Okullarda hep doğruları öğretirler, şunları, şunları yapın, her şey yolunda gidecektir derler. Oysa ki beyin olumsuzluklara karşı çok daha duyarlıdır. Bunları, bunları yaparsanız başınıza bunlar gelir, tüm bu yanlışlara neden olan aslında bunlardır diye anlatırsak, anlatacaklarımıza yönelik farkındalık daha da artacağı gibi öğrencilerimizi başlarına gelecek olumsuzluklara karşı da çok daha iyi hazırlamış olacağız. Sanayi devrimi sonrası oluşturulan eğitim sistemi, insanın iyi bir tür kabülüne göre kurgulanmış ancak ne yazık ki insan, özellikle gezegene ve birbirlerine yaptıklarına baktığımızda eğitim sisteminin kabul ettiği kadar iyi bir tür değil.

İki şey var anca ölünce unutulur diyor Nazım, annemizin yüzü ile şehrimizin yüzü

Nazım’a sormak isterdim, pekiyi, şehrin bakılacak bir yüzü kalmadığında da yine unutulmaz mı o şehir? Unutulur ise ne zaman unutulur? Tahmin ediyorum unutulmaz diyecektir, o zaman tekrar sormak isterdim, hangi yüzünü unutamayacağım, çocukluğumun Istanbul’unu mu, bugünkü kaotik Istanbul’u mu? O da bana annenin yüzünü nasıl hatırlıyorsan Istanbul’u da o yüzüyle hatırlayacaksın diyecektir muhtemelen.
Bayram tatilinde sakinleşen Istanbul’un keyfini çıkarırken hep bu sorular takılıyor kafama. Romalılar, Bizanslılar, Osmanlılar bu şehri inşa ederken bir gün bu hale geleceğini hiç akıllarına getiriyorlarmıydı acaba? Şehrin merkezinden dışına doğru kasabalaşarak büyüyeceğini, kimliğini, dokusunu böylesine kaybedeceğini, bir gün onların hayal ettikleri ile hiç ilgisi olmayan bir şehrin ortaya çıkacağını düşünüyorlarmıydı, ya biz 20 yıl sonra Istanbul’u nasıl canlandırıyoruz hayalimizde? Bu sorular, başka soruları da getiriyor aklıma, bir kere yazmaya başlasam, biliyorum bu blog yetmeyecek bana. Romalıların bıraktığı Istanbul’un tadını çıkaramasam da bari tatilcilerin bize 1 haftalığına ödünç bıraktığı Istanbul’un keyfini çıkarayım diyorum 🙂

Nerede o eski bayramlar sözünün içindeki sahtelik

Çocukken bayramlarda kendi kendime 20-30 yıl sonra da bayramlar böyle olacak mı diye düşünürdüm. Olmayacağını tahmin eder ama nasıl olacağını da bir türlü aklımda canlandıramazdım. Büyüklerin nerede o eski bayramlar diye başlayan sohbetlerini dinledikçe yaşadığım bu bayramları ileride aynı duygularla hissedemeyeceğimi anlar ama onların anlattığı bayram hikayelerini de öyle pek heyecanlı bulmazdım. Biraz yaşım ilerledikçe “Nerede o eski bayramlar” söyleminin aslında çok basit bir dün-bugün hesaplaşması olduğunu fark etmeye başladım. Bir tarafında geçmişe özlem ve hafif bir pişmanlık barındıran bu cümle, bir tarafında da bir sonraki nesile, biliyorum siz şimdi bizi beğenmiyorsunuz ama biz sizden daha kaliteli hayatlar yaşadık demenin üstü kapalı bir yolu idi. Her ne kadar içinde bir hüzün saklıyor gibi gözükse de söyleyeni rahatlatıp ona iyi gelirdi “Nerede o eski bayramlar” demek, hele söyleyen hafif de içini çekerek söylüyorsa. Büyükler bunu bir çok konuda yapıyorlardı ama bayramın her yıl tekrarlanan sabit bir zaman aralığı olması, farklı kıyaslamaları yapmak için daha çok imkan veriyordu onlara. O zamanlar 10’lu yaşlarımdaydım, bu sohbetleri yapanlar da genelde 40’lı, 50’li, 60’lı yaşlarda. Sorardım kendime, madem o eski bayramlar bu kadar güzeldi, o zaman neden yaşatmıyorsunuz o bayramları, dünyayı yöneten sizin yaş grubunuz, biz çocuklar değil ki. Bugün eski bayramları yaşayamadığınızdan şikayet ediyorsanız, demek ki siz de o eski bayramları fazla yaşamayı istememişsiniz, sizi boğmuş ki o eski bayramlar, bugün artık daha farklı kutluyorsunuz bayramları, o zaman neden, kime bu şikayetiniz derdim. Küçük aklım, bu tuhaf çelişkiyi hiç anlamazdı. Sonra büyüdükçe yaşamın böylesine bir sürü çelişkiyi barındırdığını gördüm. Artık pek çok şeye eskisi kadar şaşırmıyorum. Büyümek, biraz da şaşırmamayı öğrenmek galiba. Bu arada küçükken kendime verdiğim sözü tutuyorum, kimselere nerede o eski bayramlar demiyorum. 🙂 Bu duygularla tüm dostlarımın bayramını kutluyor, her yıl daha keyifli, daha eğlenceli bayramlar yaşamamızı diliyorum.