

9 farklı yönetmenin kendi bakışları ile din üzerine yaptıkları bir beyin fırtınası resitali. Filme gitmeden konu itibarı ile içinde çok daha sert çatışmaların yer alacağı filmler bekliyordum. Bu konuda başka bir 9 yönetmen film çekse çok daha sert bir yapım ortaya çıkabilirdi kuşkusuz ancak burada çatışmalara çok fazla girmeden fikirsel anlamda daha sakin 9 film ortaya çıkmış. Japon yönetmen, Meksikalı Yönetmen ve Yılmaz Erdoğan’ın da rol aldığı Kürt Yönetmen’in filmleri diğerlerine göre daha çarpıcıydı. Film için tek eleştirim, daha vurucu filmlerin ardından aynı sarsıcılıkta filmlerin gelmemesi ve bu durumun seyircinin konsantrasyonunda zaman zaman sıkıntılar yaratması. Gala filmi olmasına rağmen Türkiye’deki gösterim hakları satın alınmadığı için vizyona girmeyecek, internette bulursanız mutlaka seyredin derim.
Amerikalılar geniş kitlelere mesaj vermek istediklerinde genelde bu konuda çekilen ya da daha önceden ısmarladıkları bir filme Oskar verip iletmek istediklerini bir kez de biraz daha naif davranarak, propagandalarına sanatı alet ederek yapıyorlar. Belgeselin ana fikri ve vermek istediği çok açık; sanal alemde yaptığınız her hareketi takip ediyoruz, kaydediyoruz, saklıyoruz, bu ortamı sakın ola bir özgürlük ortamı olarak düşünüp de bizim yıllar içinde en ince ayrıntısına kadar hesap ederek kurduğumuz kapitalist sistemimizi zedeleyecek bir şeyler yapmaya kalkmayın, ola ki yaptınız bunun bedelini size çok acı ödetiriz. Bunu göstermek için de bu kez muhalif Snowden’i kullanmışlar, Snowden’in anlattıkları çok çarpıcı, eksiği olabilir ama fazlasının olmadığını düşünüyorum. Snowden, bu düşüncelerini ne kadar samimi anlatsa da filmde verilmek istenen gizli mesajı, “biz sizin her hareketinizi takip ediyoruz”u anlattıkları ile doğruluyor hem de bir muhalif olarak. Amerikalılar kafa karışıklığı yaratıp asıl mücadele edilecek konuyu 2.plana düşürüp bu kez de Snowden üzerinden asıl vermek istedikleri mesajı çok iyi veriyorlar. Tüm yazdıklarımın dışında belgesel kurgusu, akıcılığı ve samimiyeti ile çok başarılı ve ilk andan itibaren insanı hiç sıkmadan seyrettiriyor. Zaten bu da en iyi bildikleri iş
Seyrederken Ken Loach filmlerinin tadını aldım ve o akşam çok yorgun olmama rağmen film hiç bitmesin istedim. 80’lerde Thatcher’a karşı yaşanmış küçük bir lezbiyen, gey, madenci dayanışmasından çok hoş film çıkmış ortaya. Bir an bizim ülkemizdeki dayanışmalardan neden bu kadar sıcak filmler çıkmıyor diye düşündüm. Soğuk topraklardan böylesine ciddi bir konuda bu kadar keyifli bir komedi çıkarken, kendimizi sıcakkanlı olarak tanımlayan bizler neden siyasi konularda hep ciddi, asık suratlı filmler yapıyoruz ki? Muhtemelen gülmenin küçümsendiği, küçük yaştan itibaren ağır ol, molla desinler telkinleri ile yetiştirildiğimizden ve bilinçaltımızdaki gülmenin hep ayıplanacak bir tavır olduğuna yönelik inancımızdan. Özellikle önemli konuların mutlaka sert kalıplarla anlatıldığında daha etkili olacağına yönelik önyargıları bir ölçüde de olsa kırabilen çok keyifli bir film Onur.
Hastalığı nedeniyle ölmeye karar veren bir anne ve onun son haftasonunda bir araya gelen 3 kuşak aile bireyleri. Yaşamlarını, kuşak çatışmalarını, yalnızlıklarını, ölümü, hayatı, pişmanlıklarını tartıştıkları bir haftasonu. Film temposu, görüntüsü, oyuncuları, diyalogları ve herşeyi ile başladığı andan filmin sonundaki yazıların bitimine kadar insanı içine alıyor ve bittikten sonra da insanın bir süre dışarı çıkmasına izin vermiyor. Nefis görüntüleri ve kuzey filmlerine özgü sakin temposu ile son yıllarda seyrettiğim en iyi aile dramı diyebilirim. Reks’te afişini gördüm, büyük olasılıkla Başka Sinema kapsamında gösterilecek, daha fazla filmle ilgili ipucu vermek istemiyorum am ne yapın ne edin programınızı ayarlayın, bu filmi seyredin derim.
Uzun süredir Amerikan filmlerine karşı olumsuz bir önyargım var, açıkcası son yıllarda Amerikan yapımı filmlerin çoğu da seyrettikten sonra bu yargımı pekiştiriyor maalesef. Konusunu okuduğumda, tam klişe tuzağına düşecek bir film diye düşünüp bayağı bir ürkerek gittim ‘Ben Ölmeden Önce’ye. Ancak son yıllarda seyrettiğim The Disspearence of Eleanor Rigby ile birlikte seyrettiğim en iyi Amerikan bağımsız filmlerinden biri diyebilirim. Karşıt tipler, seyredeni rahatsız etmeyecek şekilde çarpıştırılmış, seyrederken hadi canım böyle de olmaz diye düşündürmeden film insanı içine alıyor. Her filmde, romanda söylene söylene olabildiğince ucuzlatılmış, artık içindeki anlamı kaybetmiş olan bir basit “Seni Seviyorum” sözünün derinliğini hatırlatması bence filmin en sarsıcı sahnelerinden biriydi.
Festival öncesinde de, sonrasında da üzerinde fazla konuşulmayan ancak seyrettiğim 27 film içinde beni en çok sarsan filmlerden biri. Meksikalı Yönetmen Alonso Ruizpalacios bir yol hikayesine dönüşen 3 gencin kısa süren macresasını hiç tempoyu düşürmeden, farklı bir sinema dili ile çok güzel anlatmış. Festivallerde en çok seyretmeyi istediğim, basit bir hikayeyi kendine özgü bir uslupla anlatan tarzda bir film.
Festivalde seyrettiğim en etkileyici filmlerden biriydi. Tek bir mekanda, 5 yıl süren bir çiftin boşanamama macerası. Yer yer geçtiğimiz yıllarda en iyi yabancı film Oskarını alan İran filmi Ayrılık’ı anımsatsa da İsrail Usulü Boşanma çok daha farklı, sadece İsrail Kültürü üzerine değil, evlilik, aile ilişkileri ve hukuk üzerine de çok fazla soru soran ve bu soruların cevabını seyirciye bırakan bir film. Geleneklerin, hukuğun, evlilik kurumunun ve tüm ilişkilerin nasıl da daha üstünde olabileceğini göstermesi açısından küçük bir klasik olduğunu düşünüyorum.
Bir Aborjinlinin başrolünü oynadığı ve yine bir Çanakkale Aborjini tarafından Türkçeleştirilmiş festivalin belki üzerinde fazla konuşulmayan ama en ilginç filmlerinden biriydi Caharlie’nin Toprakları. Charlie; beyaz adama benim topraklarımda senin işin var, benim yok, sen para kazanıyorsun, ben kazanamıyorum, tek amacınız bizim kültürümüzü yok edip, o iğrenç kültürünüzü buraya getirmek derken, Amerika, Afrika ve Avusturalya topraklarında yerel kültürün nasıl yok edilerek yerine bir sömürge kültürünün getirildiğindiğini basitçe özetliyordu. Baş roldeki David Gulpilil’in performansı kolay kolay unutulmayacak. Filmin sonunda filmin yönetmeni bu yılki Altın Lale jüri başkanı Rolf De Heer sohbetinde öğreniyorum ki aborjin oyuncu Gulpilil’in hayatı bir dram, ciddi alkol problemleri yaşamış ve böyle bir filmi çekmesi için aynı zamanda arkadaşı olan yönetmen Rolf De Heer’e kendisi gelmiş. Daha önce de birlikte çalışıp Aborjin dilinde ilk filmi The Tracker’ı çeviren bu ikili bu kez de Charlie’nin Topraklarını yapmışlar. Türkiye’de vizyona girer mi bilemiyorum ama bir çok özgün film gibi çok fazla ilgi görmeyeceği düşüncesi ile gösterilmeyeceğini düşünüyorum ama ki gösterilirse mutlaka seyredin derim.
Film sona erdiğinde birlikte seyretttiğim arkadaşım ile aynı şeyi söyledik. “Film gibi film”. Festivallerde en çok görmeyi istediğim tarzda filmlerden biriydi Sihirli Kız. Festival sona erdiğinde de beni en çok çarpan 5-6 filmden biri olduğunu söyleyebilirim. Peki neydi Sihirli Kız’ı böylesine çarpıcı kılan, bunu festivalin dergisindeki röportajında Yönetmen Carlos Vermut çok güzel anlatıyor. “Bence en iyi öyküler, buzdağının ucunu gösterip bizi gerisini ortaya çıkartmamıza zorlayanlar. Seyirciye bütün yanıtları vermek istemiyorum. Şaşırmalarını ve bir sonraki sahnede ne olacağını kestirememelerini istiyorum, çünkü bütün bu eksik parçalar insanı meraklandırıyor. Bir izleyici olarak bir sonraki sahne hakkında herhangi bir fikrim olmamasını seviyorum. Çünkü ne olacağını tahmin ettiğimde sıkılmaya başlıyorum.” 2. Filmi ile böylesine bir çıkışı yakalayan Carlos Vermut’un önümüzdeki yıllarda bir çok keyifli filmini izleyeceğimizi düşünüyorum. Belki çok erken ama Carlos Vermut için İspanyol Sinemasının yeni Pedro Almadavar’ı diyebiliriz sanki.