Sevmemek Cehennemdir

Dostoyevski’nin 19.yyda yazdığı eserlerinin birinde kahraman şöyle der; “Sevmeyi becerememek cehennemdir” Dostoyevski, sevgisizliği cehennem ile eş tutmuş. Bir çok problemde olduğu gibi cevabını da antitezinde barındıran bir cümle: “Sevmemek cehennemdir”, öyleyse bu cehennemden bizi kurtaracak olan tek çözüm de cümlenin içinde yani sevgide saklı.
Her şeyin üzerinde, henüz bilimin tam olarak tanımlayamadığı evrensel bir kuvvet olan sevgi üzerine düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Sevgi, evrensel bir güçtür çünkü sahip olduğumuz en iyi şeyleri çoğaltır ve insanlığın kendi kör bencilliğinde yok olmamasını sağlar.
Belki, gezegeni bugünkü noktasına getiren nefreti, bencilliği ve açgözlülüğü tamamıyla yok edecek güce henüz sahip değiliz. Ancak her birimiz içimizde beslediğimiz sevginin bizleri ve dünyayı nereye götürebileceğini de göz ardı etmemeliyiz. Sevgiyi nasıl üretiriz sorusuna en güzel yanıtı “Sevme Sanatı” eserinde Erch Fromm’ın verdiğini düşünüyorum. Bakın ne diyor Fromm;
“Atılacak ilk adım sevginin de, yaşamak gibi bir sanat olduğunun farkına varmaktır. Kişi, o sanatta ustalaşmayı en önemli işi olarak kabul etmeli ve dünyada ondan daha çok önemsediği hiç bir şeyin bulunmadığını düşünmelidir.  Belki de bizim uygarlığımızdaki insanların, bu kadar açık başarısızlığa uğramalarına karşın, bu sanatı öğrenmeyi niçin böylesine az denedikleri sorusunun cevabı da burada yatmaktadır. Başarı, itibar, para, güç, hemen hemen tüm enerjimizi bunları nasıl gerçekleştireceğimizi öğrenmeye harcarız. Sevmeyi öğrenmeye ise verecek hiç bir şeyimiz kalmaz.”
Bu yazıyı hazırlarken kendi kendime düşündüm. Sevgi, tanrının insanoğluğuna bahşettiği en büyük yetenek iken o zaman neden bu yeteneğimizi kullanamıyoruz da sevgisizliğe mahkum ediyoruz dünyayı ve kendimizi? Sevgi mi bizi bir şekilde terk etti, yoksa biz mi onu bir yerlerde kaybettik. Her ikisi de bence, biz onu kaybettik ve o da bizi bırakıp gitti.
Pekiyi öyleyse ne oldu da bugün yaşadığımız bu cehennemde buluverdik kendimizi?
Sevginin gücüne değil de gücün sevgisine inandığımız için mi?
Sevgilerimizi korku ve şüphelerimize ezdirdiğimizden mi?
Hayatta kalmak üzerine programlanmış beynimiz, sevginin önüne güvende kalmayı koyduğu için mi?
Severek karşımızdakini daha rahat hakimiyetimiz altına almayı düşündüğümüz için mi?
Sevgimizi gösterdiğimizde insanların bizi daha rahat çözebileceği ya da sömürebileceği endişesinin bize ördürdüğü yüksek duvarlardan mı?
Sevginin özgür olduğunu unutup da, onu koşullara bağladığımız için mi? Eğer başarılı olursan seni severim ya da seni seviyorum çünkü başarılısın koşullandırmalarının içinde onu boğduğumuz için mi?
Sevginin gösterdiği yolu takip ettiğimizde mantığımızı geri planda bırakıp yanlış seçimler yaparak başımızı derte sokacağımız küçük yaşlardan itibaren bize belletildiği için mi?
Söyleyin; siz sevginin yerinde olsanız terk etmez miydiniz böyle bir dünyayı?
Oysa tüm bu olumsuzluklara rağmen sevgi hala her yerde ve bizim onu tekrar keşfetmemizi bekliyor. Çünkü biliyor ki, insanoğlunu bu cehennemden kurtaracak kendisinden başka bir yardımcısı yok.

İçimize açılan kapıların anahtarlarını bulamıyoruz

İçimize açılan kapıların anahtarlarını bulamıyoruz bütün derdimiz bu. Kimimiz tüm kapıları açan maymuncukların bizim kapılarımızı da açacağını düşünüyor, kimimiz kolay açılmasın diye bir kilit daha vuruyor kapıya, kimimiz anahtar deliğinden görebildiğimiz kadarı ile biliyoruz içimizdekileri, kimimiz kapının arkasındakilerle baş edemeyeceğinden korkup içerideki yükün baskısı ile açılmasın diye kapının önüne ne varsa yığıyor, kimi ise böyle kapıların olup olmadığının farkında bile olmadan tüketiyor yaşamını…

Sizi borçlandırarak bir kere ele geçirdiler mi artık onlardan kurtulmanız öyle kolay değildir

Sizi borçlandırarak bir kere ele geçirdiler mi artık onlardan kurtulmanız öyle kolay değildir. Sistem kementini atmıştır boğazınıza bir kere, özgürlüğünüzü teslim almıştır sizden. “Bugün borç alan yarın emir alır” diye boşuna dememiş atalarımız, bir kere emir almaya başlayınca sistem her istediğini yaptırmaya başlar size. Borcunuz vardır, sevmediğiniz işi bırakamazsınız, borcunuz vardır istediğiniz hayatı yaşayamazsınız, borcunuz vardır hayal ettiklerinizi gerçekleştiremezsiniz, kısır bir döngünün içinde dönmeye başlamışsınızdır. Boğazınızdaki kement sizi sıkıyordur ama çıkartamazsınız onu oradan. Sonra düşünürsünüz, ben bu borcu niye almıştım, neden nakit akışı mı bozmuştum diye, bakarsınız ki hiç de gereği yokmuş aslında bu sıkıntıya. Faizi ile ödediğiniz borç sadece para değil bu paraya sahip olmak için harcadığınız zamandır yani hayatınızdır aynı zamanda. 😊

Soruna hastalıklı sistemin içinden baktığınız sürece bulacağınız çözümler de doğal olarak sağlıksız olacaktır

IK seminerlerine takip etmeye çalışırım, IK yazılarını da okurum ama pek haz etmem bu seminerlerden, yazılardan, açıkcası çok fazla bir şey de alamam bu çalışmalardan. Neden derseniz, genellikle sistemin içinde kalan çözümler ve öneriler getirirler. Oysa sıkıntının aslı sistemin kendisindedir. Soruna hastalıklı sistemin içinden baktığınız sürece bulacağınız çözümler de doğal olarak sağlıksız olacaktır. Bu konuşmalara, yayınlara dikkat edin, hep sorunun insanda, iş arayanda olduğunu vurgularlar, firmaların arayışlarında yaptıkları yanlışları hiç dile getirmezler, şirketlerin hatalı tutumlarından dolayı insanların oralarda yaşadıkları sıkıntıları anlatmazlar. Yani insanı firmaların aradığı formata dönüştürmeye çalışırlar. Fakat unuttukları bir nokta vardır; Firmaların sadece kârlılık üzerine kurdukları yanlış politikaları insanların performansını düşürüp, potansiyellerinin ortaya çıkmamasına neden olmaktadır ve asıl sorun da buradadır.

Hayatımızı yöneten 2 korku

Gelecek korkusu adına bir yaşamı feda edip, yeterli paraya ulaştıktan sonra başka bir korku ile tanışıyoruz; “parayı kaybetme korkusu”. Bu sefer de bu yeni korkumuz bizi yönetmeye başlıyor. Çözüm mü, çok basit, korkularımızın bizi değil, bizim korkularımızı nasıl yönetebileceğimizi öğrenmek. Dünyayı daha iyi anlamak, kendimizden daha iyi bir ben yaratabilmek, önceliklerimizi doğru belirlemek, yaşananlardan doğru dersleri çıkarmak, varoluşumuzu nerede, ne yaparak buluyorsak o noktada durup, tüm bunların bir listesini çıkarmak.

Yanlışlar, doğrulardan daha öğreticidir

Okullarda hep doğruları öğretirler, şunları, şunları yapın, her şey yolunda gidecektir derler. Oysa ki beyin olumsuzluklara karşı çok daha duyarlıdır. Bunları, bunları yaparsanız başınıza bunlar gelir, tüm bu yanlışlara neden olan aslında bunlardır diye anlatırsak, anlatacaklarımıza yönelik farkındalık daha da artacağı gibi öğrencilerimizi başlarına gelecek olumsuzluklara karşı da çok daha iyi hazırlamış olacağız. Sanayi devrimi sonrası oluşturulan eğitim sistemi, insanın iyi bir tür kabülüne göre kurgulanmış ancak ne yazık ki insan, özellikle gezegene ve birbirlerine yaptıklarına baktığımızda eğitim sisteminin kabul ettiği kadar iyi bir tür değil.

İki şey var anca ölünce unutulur diyor Nazım, annemizin yüzü ile şehrimizin yüzü

Nazım’a sormak isterdim, pekiyi, şehrin bakılacak bir yüzü kalmadığında da yine unutulmaz mı o şehir? Unutulur ise ne zaman unutulur? Tahmin ediyorum unutulmaz diyecektir, o zaman tekrar sormak isterdim, hangi yüzünü unutamayacağım, çocukluğumun Istanbul’unu mu, bugünkü kaotik Istanbul’u mu? O da bana annenin yüzünü nasıl hatırlıyorsan Istanbul’u da o yüzüyle hatırlayacaksın diyecektir muhtemelen.
Bayram tatilinde sakinleşen Istanbul’un keyfini çıkarırken hep bu sorular takılıyor kafama. Romalılar, Bizanslılar, Osmanlılar bu şehri inşa ederken bir gün bu hale geleceğini hiç akıllarına getiriyorlarmıydı acaba? Şehrin merkezinden dışına doğru kasabalaşarak büyüyeceğini, kimliğini, dokusunu böylesine kaybedeceğini, bir gün onların hayal ettikleri ile hiç ilgisi olmayan bir şehrin ortaya çıkacağını düşünüyorlarmıydı, ya biz 20 yıl sonra Istanbul’u nasıl canlandırıyoruz hayalimizde? Bu sorular, başka soruları da getiriyor aklıma, bir kere yazmaya başlasam, biliyorum bu blog yetmeyecek bana. Romalıların bıraktığı Istanbul’un tadını çıkaramasam da bari tatilcilerin bize 1 haftalığına ödünç bıraktığı Istanbul’un keyfini çıkarayım diyorum 🙂

İnsanları anlamak neden bu kadar zor?

İnsanları anlamak için bu kadar çok çaba sarf etmesek belki daha kolay anlayabileceğiz onları. Kendimizi zorladıkça kafamızda farklı yargılar oluşturuyoruz ve o yargılarımızı doğrulayacak izleri takip etmeye çalışıyoruz. Sonuçta doğrular, yanlışlar hepsi kafamızda yarattığımız yanılsamalar değil mi?

Güneş tutulması ve akıl tutulması

21 Ağustos günü ABD’den izlenen tam güneş tutulması için 87 milyon çalışanın işlerini 20 dakika bırakıp bu tutulmayı izlemesinin ülke ekonomisine maliyetinin yaklaşık 694 milyon dolar olduğu hesap edilmiş. 100 yılda bir yaşanan bu olayın turizm getirisinin ise 70 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Sadece 20 dakikalık bu ara işverenlere ve kamuya kişi başına 7.95 dolara mal olmuş. Bu haberi okuduktan sonra son yıllarda bizim bayram tatillerimizin 10 güne uzamasının ekonomiye getirdiği zarar hesap edilse toplamda karşımıza nasıl bir değerin çıkacağını düşündüm. Tahmin ediyorum, bizde böyle bir analiz çalışması yapılmamıştır, yakın gelecekte de yapılacağını pek zannetmiyorum. Ne diyelim, onlarda güneş tutulması, bizde de akıl tutulması 😔