İstanbul Film Festivali için film önerilerim

Toprağın GölgesindeDenizdeki Ateş

Sütak

Aşk Birleşik Devletleri

Dev Canavar

Sorgu

3000 Gece

Hatırla

Korku Virüsü

Binbir Gece Masalları 1

Binbir Gece Masalları 2

Vicdanın Sesi

24 Hafta

Marstan Haberler

Sarajevo’da Ölüm

Gayrimeşru

Toprağın Gölgesinde

Ayrılış

Büyükbabam Allende

Bergman

Lampedusa’da Kış

Ağustos Olayları

Şimdi Nereyi İşgal Edelim

Seni Seviyorum Heidi

Steve Jobs Bir Makina

Vatanım

Çete

Casuslar Köprüsü (Bridge Of Spies)

Casuslar Köprüsü, anlatım dili çok daha olgunlaşmış, eskisi kadar klişelere sarılmayan bir Steven Spielberg filmi. Coen Kardeşler’in senaryoya verdikleri katkının da bunda payı büyük. İlk sahneden, finale kadar karanlık mekanlarda Spielberg’in ışığı kullanması çok etkileyici, ışığın açıları, izlediği yol filmde apayrı bir tat veriyor. Bu arada Rus Ajanını canlandıran Mark Rylance sade ve basit oynuyla mükemmel bir performans sergiliyor. Bu yıl Oscar’larda filmin de, yardımcı oyuncu Mark Rylance’ın da adının çok anılacağını düşünüyorum. Spielberg’in en iyi filmlerinden biri Casuslar Köprüsü (Bridge Of Spies), vakit bulabilirseniz özellikle sinemada seyretmenizi tavsiye ederim.

Anlaşılamayan filmler üzerine

Sinema olgusu hep eğlendirmek ya da filmin seyredene bir takım mesajlar vermesi üzerine oturtulduğu için deneysel çalışmalar seyirciyi çok rahatsız ediyor ve eee şimdi ne anlattı bu film noktasında mutlaka bir cevap bulmak istiyor seyirci. O cevabı bulamadı ise kendi değerlerine göre bazı cevaplar uyduruyor, uyurdukları da tatmin etmedi ise bu film çok kötü demekte buluyor çareyi 🙂

Filmekimi 2015’de kaçırılmamasını düşündüğüm 16 film

Bu sene önceden üzerinde fazla çalışma fırsatım olmadı ama IMDB notlarından, film sitelerinden, fragmanlardan, sinema yazarlarından, filmekimi kitapçığından, ekşisözlükten incelediğim kadarı ile kaçırılmamasını düşündüğüm 16 filmi kısa bilgileri ile aşağıda paylaştım.

Benim gibi Hollywood’un ucuzlamış klişelerinden bunalmış olanlara, “ohh be, böyle filmler de çekliyormuş” dedirten tüm Filmekimi filmlerini fırsat bulduklarında bir şekilde seyretmelerini tavsiye ederim. Yazmadığım ama çok iyi olduğunu düşündüğüm çok film var bu yıl programda.

Gençlik/Youth: Paolo Sorrentino’nun Roma’ya aşk mektubu Oscar’lı “Muhteşem Güzellik”ten sonra çektiği Gençlik, kayıp zamana, kaçırılan fırsatlara ve kaçıp giden sevgililere bir aşk mektubu. Sorrentino, ilginç kamera açıları, çarpık yüzler, muhteşem müzikler ve stilize görseller geçidiyle yine nefes kesici bir seyirlik sunuyor.

Ex Machina: “İnsanlık sonrası fütüristik şok filmi” ve “vizyoner bir bilimkurgu” olarak değerlendirilen Alex Garland’ın bu ilk yönetmenlik denemesi dehanın ve teknolojinin bedellerinin yanı sıra toplumsal cinsiyet rollerini de sorguluyor

The Lobster: Köpek Dişi, ardından Attenberg ve Alpler’de toplumsal kodları yıkarken akıllarımızı karıştırmayı alışkanlık haline getiren Yunan Yönetmen Yorgos Lanthimos, ülkesi dışında çektiği bu filmle izleyiciyi dispotik bir geleceğe götürüyor.

Mantıksız Adam /Irrational Man:Varoluşun tamamen anlamsız bir sıradanlık olduğuna inancım sonsuz” diyen Woody Allen’ın ilk gösterimini Cannes Film Festivalinde yaptığı son filmi

Saul’un Oğlu / Son of Saul: Cannes 2015’te gösterilen en huzursuz edici ve unutulmaz filmlerden Saul’un Oğlu, alışıldık Holokost filmlerinden ayrı bir yerde duruyor. Kötülüğün yüreğine bakan, cesaret hakkında benzersiz bir film olarak değerlendirilen Saul’un Oğlu, Macaristan’ın Oscar adayı

Carol: Suç ve gerilim romanlarının usta yazarı Patricia Highsmith’in kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı 1952 tarihli romanı, 11 yıllık bir yapım sürecinden sonra beyazperdede

Güneş Tepedeyken / The High Sun: Üç farklı dönemde geçen aynı oyuncularla işlenen üç farklı aşk hikayesi; yıllar süren etnik düşmanlıklarla örselenmiş iki komşu Balkan köyü. Hırvatistan’ın Oscar adayı bu duygusal dram, bu ülkede son yıllarda çekilmiş en iyi filmlerden biri olarak değerlendiriliyor.

Yeni Ahit / The Brand New Testament

Ben, Earl ve Ölen Kız: Senaryo yazarı Jesse Andrews, Sundance’ın bu en çok konuşulan filmini kendi yazdığı çoksatar romandan uyarlamış.

Dheepan: Bu yıl Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanan Jacques Audiart’ın Pas ve Kemik, Yeraltı Peygamberi filmlerinden sonraki son filmi

Knight Of Cups: Terence Malick’in Hayat Ağacı ve Aşkın İzleri’nin ardından çektiği Knight of Cups’ın ilk gösterimi Berlin Film Festivali’nde ana yarışmada yapıldı. Filmin baş rollerinde Christian Bale, Cate Blanchett, Natalie Portman var

Ixcanul: Gerçek bir aktif volkanın eteklerinde çekilen Ixcanul, yılda en fazla 6 film çekilen Guatemela’dan gelen; küreselleşmeyle bozulmamış Maya kültürü ve geleneklerine, gerçek bir karakterin yaşadıklarına dayanan etkileyici ve alışılmadık bir kadın öyküsü. Film, bu sene Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı aldı.

Sesiz Çığlık / Louder Than Bombs

Annem / My Mother: Nanni Moretti’nin bu yarı otobiyografik filmi, dramla mizahı ustaca harmanlıyor. Film bu yıl Cannes’da Kiliseler Birliği Ödülünü aldı.

Babam / Babai: Film, Kosova’nın bu yılki Oscar adayı

Son Efsane / The Program: Tour De France’ı yedi kez kazanan Lance Armstrong’un yükselişi ve düşüşü

 

“Everest” Bir IMAX Salonda İzlenmeli

Bu yılki Venedik Film Festivali’nin açılış filmi olan, konusunu yaşanmış bir olaydan alan Everest’i özellikle 3D olarak bir IMAX Salonda izlemenizi tavsiye ederim.
Görüntüler, çekimler, abartısız oyunculuklar mükemmel. Çok rahat klişeleştirilecek bir konuda bu tuzağa düşmeden hikaye sade ve akıcı bir şekilde biçimde anlatılıyor. Filmin sonundan çok hep o ana yaşananlara odaklanıyorsunuz ki bu yönetmenin hikayeyi veriş şeklinden kaynaklanıyor, böyle olunca da aksiyon sahnelerinin etkisi daha da artıyor.

2 saati aşkın bir süre sinemanın karanlık salonundan çıkıp Everest’in buzlarla kaplı yamaçlarında kayboluyorsunuz. Tüm yaşananların gerçek bir olaydan alınmış olduğunu bilerek izlemek, filmin içine çok daha rahat girmenizi sağlıyor.

İnsanoğlu teknolojik olarak bugün geldiği noktada doğaya meydan okuyabilecek güce erişti mi, yoksa daha önünde uzun bir yol mu var diye merak edenlerin bu bu filmi izlemelerini öneririm.

Film Festivali Sonrası Notlarım

Her film festivali sonrası 2 haftalık küçük bir dünya turundan evime dönmüş gibi hissediyorum kendimi. Bir gün İran’da bir Taksi’de, ertesi sabah Avusturalya’da Aborjin’lerin arasında, aynı gece Berlin sokaklarında sıcak bir takipin içinde, bir sonraki gün İngiltere’de Ulusal Müze’deki ressimlerin hiç bilmediğim hikayelerini dinlerken, sonrası akşam Israil’de bir mahkeme salonunda, biraz sonra Fransa’da küçük tatlı bir köyde, bir sonraki öğlen Danimarka’da bir dağ evinde, ertesi sabah birbirinin içine girmiş hikayelerin yaşandığı İzlanda’da buluveriyorsunuz kendinizi. 3 ay boyunca dünyayı gezseniz sanırım bir film festivalinde gördüğünüz kadar renkli yaşamları, ilginç insanları görme şansınız yok. O açıdan Istanbul Film Festivali’nin de Film Ekim’inin de Istanbul’un en önemli zenginlikleri olduğunu düşünüyorum ve yıılar içinde büyüyerek gelişmesini diliyorum. Hele birbirinden sığ Hollywood filmlerinin haftalarca gösterildiği bir çağda gerçek filmseverler için bu 2 organizasyon harika fırsatlar sunuyorlar.
Bu festival, şu ana kadar takip ettiğim festivaller içinde en çok film seyrettiğim festival oldu. 33 filme bilet almıştım, hafta içi geceleri 2 film, haftasonları 6 film derken toplamda 27 filme gitme fırsatı yaratabildim, umarım bu yıl Film Ekim’inde ya da gelecek festivalde bu rekorumu kırarım. 🙂
Festival bitiminin güzel yanı filmden filme koştururken o filmler ile ilgili okuyamadığım yorumları, eleştirileri sakin bir kafa ile okuyup daha geniş bir perspektifte filmleri değerlendirebilme imkanı bulmak. Bir taraftan yoğun iş ortamının içinde kaçırdığım filmlerin ne zaman hangi sinemada vizyona gireceğini takip edip “Başka Sinema” programına göre ajandamı düzenleme telaşı, bir taraftan bu kadar güzel filmi seyrettikten sonra günlük yaşama dönmenin hafif burukluğu. Ama en güzeli de o filmlerin bıraktığı o kalıcı tadı hissetmek. İyi ki sinema var, iyi ki sinemayı seviyorum duygusunu yaşamak. Filmlerin senin içinde açtığı yeni yolları takip edip kaybolduğunu sandığın anda kendinle ilgili ummadığın bir keşifte bulunmak.
Her festival sonrası arkadaşlarımın ilk sordukları soru, en çok hangi filmleri beğendin, hangi filmleri tavsiye edersin sorusudur. Benim bu soruya yanıtım; öncelikle Taksi (10) olmak üzere Sihirli Kız (10), Güeros (9), Ben Ölmeden Önce (8), Sesiz Kalp (10), Tanrılarla Konuşmalar (7), Onur (9), Israil Usulü Boşanma (10), Küçük Ölüm (9), Hayatımın Şarkısı (8), Charlie’nin Ülkesi (9), Enayi (9) ve Fanusta Yaşayanlar (9)
Uzun zamandan beri yapmayı istediğim ama bir türlü fırsatını bulamadığım seyrettiğim filmlere yönelik kısa notlarımı blogumda paylaşma konusunda bu yıl kendime nihayet biraz vakit ayırabildim. Beni olumlu ve olumsuz etkileyen filmlere ilişkin notlarımı blogumdan okuyabilirsiniz.

Film Festivalinin Ardından – Tanrılarla Konuşmalar

9 farklı yönetmenin kendi bakışları ile din üzerine yaptıkları bir beyin fırtınası resitali. Filme gitmeden konu itibarı ile içinde çok daha sert çatışmaların yer alacağı filmler bekliyordum. Bu konuda başka bir 9 yönetmen film çekse çok daha sert bir yapım ortaya çıkabilirdi kuşkusuz ancak burada çatışmalara çok fazla girmeden fikirsel anlamda daha sakin 9 film ortaya çıkmış. Japon yönetmen, Meksikalı Yönetmen ve Yılmaz Erdoğan’ın da rol aldığı Kürt Yönetmen’in filmleri diğerlerine göre daha çarpıcıydı. Film için tek eleştirim, daha vurucu filmlerin ardından aynı sarsıcılıkta filmlerin gelmemesi ve bu durumun seyircinin konsantrasyonunda zaman zaman sıkıntılar yaratması. Gala filmi olmasına rağmen Türkiye’deki gösterim hakları satın alınmadığı için vizyona girmeyecek, internette bulursanız mutlaka seyredin derim.

Film Festivalinin Ardından – Citizenfour

Amerikalılar geniş kitlelere mesaj vermek istediklerinde genelde bu konuda çekilen ya da daha önceden ısmarladıkları bir filme Oskar verip iletmek istediklerini bir kez de biraz daha naif davranarak, propagandalarına sanatı alet ederek yapıyorlar. Belgeselin ana fikri ve vermek istediği çok açık; sanal alemde yaptığınız her hareketi takip ediyoruz, kaydediyoruz, saklıyoruz, bu ortamı sakın ola bir özgürlük ortamı olarak düşünüp de bizim yıllar içinde en ince ayrıntısına kadar hesap ederek kurduğumuz kapitalist sistemimizi zedeleyecek bir şeyler yapmaya kalkmayın, ola ki yaptınız bunun bedelini size çok acı ödetiriz. Bunu göstermek için de bu kez muhalif Snowden’i kullanmışlar, Snowden’in anlattıkları çok çarpıcı, eksiği olabilir ama fazlasının olmadığını düşünüyorum. Snowden, bu düşüncelerini ne kadar samimi anlatsa da filmde verilmek istenen gizli mesajı, “biz sizin her hareketinizi takip ediyoruz”u anlattıkları ile doğruluyor hem de bir muhalif olarak. Amerikalılar kafa karışıklığı yaratıp asıl mücadele edilecek konuyu 2.plana düşürüp bu kez de Snowden üzerinden asıl vermek istedikleri mesajı çok iyi veriyorlar. Tüm yazdıklarımın dışında belgesel kurgusu, akıcılığı ve samimiyeti ile çok başarılı ve ilk andan itibaren insanı hiç sıkmadan seyrettiriyor. Zaten bu da en iyi bildikleri iş

Film Festivalinin Ardından – Onur

Seyrederken Ken Loach filmlerinin tadını aldım ve o akşam çok yorgun olmama rağmen film hiç bitmesin istedim. 80’lerde Thatcher’a karşı yaşanmış küçük bir lezbiyen, gey, madenci dayanışmasından çok hoş film çıkmış ortaya. Bir an bizim ülkemizdeki dayanışmalardan neden bu kadar sıcak filmler çıkmıyor diye düşündüm. Soğuk topraklardan böylesine ciddi bir konuda bu kadar keyifli bir komedi çıkarken, kendimizi sıcakkanlı olarak tanımlayan bizler neden siyasi konularda hep ciddi, asık suratlı filmler yapıyoruz ki? Muhtemelen gülmenin küçümsendiği, küçük yaştan itibaren ağır ol, molla desinler telkinleri ile yetiştirildiğimizden ve bilinçaltımızdaki gülmenin hep ayıplanacak bir tavır olduğuna yönelik inancımızdan. Özellikle önemli konuların mutlaka sert kalıplarla anlatıldığında daha etkili olacağına yönelik önyargıları bir ölçüde de olsa kırabilen çok keyifli bir film Onur.

Film Festivalinin Ardından – Sessiz Kalp

Hastalığı nedeniyle ölmeye karar veren bir anne ve onun son haftasonunda bir araya gelen 3 kuşak aile bireyleri. Yaşamlarını, kuşak çatışmalarını, yalnızlıklarını, ölümü, hayatı, pişmanlıklarını tartıştıkları bir haftasonu. Film temposu, görüntüsü, oyuncuları, diyalogları ve herşeyi ile başladığı andan filmin sonundaki yazıların bitimine kadar insanı içine alıyor ve bittikten sonra da insanın bir süre dışarı çıkmasına izin vermiyor. Nefis görüntüleri ve kuzey filmlerine özgü sakin temposu ile son yıllarda seyrettiğim en iyi aile dramı diyebilirim. Reks’te afişini gördüm, büyük olasılıkla Başka Sinema kapsamında gösterilecek, daha fazla filmle ilgili ipucu vermek istemiyorum am ne yapın ne edin programınızı ayarlayın, bu filmi seyredin derim.