İstanbul Film Festivali İçin Film Önerilerim

İlkinden bu yana takip etmeye çalıştığım İstanbul Film Festivali’nin bu yıl 34. yapılıyor. Biletler Kırmızı Lale Kartlılar için yarın (25.03.2015) Lale Kart sabibi olmayanlar için de 28.03.2015 C.tesi günü satışa çıkıyor.

Film eleştirmenleri ve İMDB notlarını dikkate aldığımda kaçırılmamasını düşündüğüm filmleri aşağıya yazdım.

71: Geçtiğimiz yılın en çok ses getiren ilk filmlerinden ‘71 nefes nefese izlenen bir aksiyon… Yönetmen Yann Demange, seyirciyi 1971 yılına, Belfast sokaklarına götürüyor. Bir ayaklanmayı durdurmak için yapılan harekâtta birliği erkenden geri çekilmek zorunda kalınca, deneyimsiz İngiliz askeri Gary yanlışlıkla tek başına geride kalır. Genç adamın Belfast sokaklarından canlı kurtulma çabasını anlatan filmin başrolünde, son yılların yükselişteki İngiliz yıldızı Jack O’Connell var. Demange ustalıkla çekilmiş takip sahneleriyle gerilimi en üst seviyede tutarken, olayların politik arka planını da es geçmiyor.

45 Yıl: Bu yıl Berlin Filme festivalinde En İyi Erkek ve Kadın Oyuncu ödüllerini alan film. Evliliklerinin 45. yılını kutlamak üzere olan bir çift: Kate ve Geoff. Hayatlarının son baharındalar ve kendi başlarına mutlu olmaya alışmışlar. Ters gidebilecek hiçbir şey yok ya da onlar öyle sanıyor. Oysa İsviçre’den gelen haber ilişkilerini karmaşık bir hale sokacaktır: Geoff’in 50 yıl önce kaybolan ilk aşkının hiç bozunmamış cesedi buzlar altında bulunmuştur. Geçmişin can sıkıcı muhasebesi şimdi başlayacaktır. Bol ödüllü Weekend / Haftasonu ile dikkatleri çeken yönetmen Andrew Haigh, çoğu kez Bergman’la karşılaştırılan bir tarz izleyerek evliliğin karanlık taraflarını anlatıyor.

Amsterdam Ekspres: Arnavut yönetmen Fatmir Koçi’nin yeni filmi göçmen sorununa yeni bir bakış atıyor.

Arabulucu: Oscar adaylığı bulunan yönetmen Borja Cobeaga, bu üçüncü uzun metrajlı çalışmasında İspanya’nın yakın tarihinden bir dizi olaya esprili ve absürd bir bakış açısıyla yaklaşıyor. 2014 San Sebastian En İyi Bask Filmi

Aşk Zahmetli İştir: Birkaç yıl önce Hindistan’ı etkisi altına alan ve binlerce kişinin işsiz kalmasına neden olan ekonomik kriz, Aşk Zahmetli İştir’in çıkış noktası… Neredeyse tümüyle diyalogsuz geçen bu filmde, bir kadın ve erkeğin gündelik hayatından, adeta ritüele dönüşen detaylar izliyoruz.

Bakir Dev: Büyükçe bir adamın küçükçe hikâyesi, İzlanda usulü bir “kırk yıllık bakir”… 40’larında, kilolu, hâlâ annesiyle oturan Fusi, henüz cesaretini toplayıp yetişkinlerin dünyasına girememiştir.

Bataklık: 2014 San Sabestian ve 2015 Goya Film Festivallerinde önemli ödüllerin bir çoğunu toplayan bir İspanyol gerilim filmi

Ben Ölmeden Önce: Oscar ödüllü kısa film Curfew’den uyarlanan bu filmde, dertli bir genç adam ile onun aşırı kuralcı yeğeni New York sokaklarında insanın yüreğini sızlatan bir serüvene çıkıyor.

Charlie’nin Ülkesi: Bu yarı otobiyografik dramda Avustralya sinemasının iki devi, yönetmen Rolf de Heer ve Aborijin oyuncu David Gulpilil, trajediyle başlayan bir yolculuk öyküsünü zafere çeviriyor.

Citizenfour: Citizenfour bir belgeselden ziyade gerçek hayattan fırlayan bir gerilim filmi. Belgeselci ve gazeteci Laura Poitras ve gazeteci Glenn Greenwald, “Citizenfour” takma adını kullanan Edward Snowden’la Hong Kong’da buluşuyor. Üst düzey CIA analizcisi Snowden, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın özel hayatın gizliliğini hukuk dışı yollarla ihlal ettiğini kanıtlayan gizli belgeleri kameralar önünde gazetecilere teslim ediyor. Poitras ve Greenwald, Snowden’ın tarihi kararıyla hayatını sonsuza dek değiştirecek bu fedakârca eylemini gözlemliyor. Film 2015 Belgesel Oscar’ını aldı

Enayi: İçten içe çürümüş bir toplum dürüst bir adam sayesinde değişir mi? Yoksa öylelerine enayi mi denir? Yury Bykov’un bu üçüncü uzun metrajlı filmi, daha önce festivalde izlediğimiz The Major / Komiser’in izinden gidiyor.

Evvelden: Lav Diaz “Eğer geçmişi unutursanız gerçek anlamda ilerleme kaydedemezsiniz. Filipinliler için bu böyledir. Bizim tarih algımız yoktur” diyor. Evvelden yönetmenin 2013 yapımı Norte, Tarihin Sonu filminin manevi bir öncülü sayılabilir.

Fanusta Yaşayanlar: İzlanda’da büyük bir gişe başarısı elde eden, aynı zamanda ülkenin Oscar adayı olan Fanusta Yaşayanlar, İzlanda’nın 2008’de yaşadığı ekonomik krizin arifesinde üç karakterin hayatına odaklanıyor.

Ghadi: Geleneklerine bağlı bir Lübnan sahil kentinin küçük bir mahallesinde, sevilen müzik eğitmeni Leba ve çocukluk aşkı Lara’nın iki güzel kızı ve Ghadi adında bir oğlu olur. Ghadi zamanının çoğunu evin penceresinde yüksek sesler çıkararak geçirmektedir. Köy halkı çocuğa “iblis” demeye başlayınca, bu küçük yerde tuhaf olaylar olmaya başlar. Bu oğlan bir melek olabilir mi? Tımarhaneye gönderilmesi için toplanan dilekçeleri durdurmak amacıyla araya giren, ilahi güçler midir yoksa onu seven anne babası mı? Lübnan’ın Oscar adayı Ghadi, bağnazlık ve arınma üstüne evrensel bir komedi. Amin Dora’nın bu ilk uzun metrajlı filminin senaryosu ise Leba rolünde izlediğimiz George Khabbaz’a ait.

Güeros: “Hem enerji dolu, hem de yaratıcı bir ilk film” olarak beğeni toplayan Güeros, şuradan şuraya gidemeyen bir yol filmi ve Fransız Yeni Dalgası’na da saygı duruşunda bulunan bir büyüme komedisi. Ulusal Üniversite öğrencileri greve gidince, birbirinin en iyi arkadaşı olan Santos ve Sombra ile kardeşi Tomás zaman geçirmek için enteresan yöntemler geliştirmeye başlar. Meksikalı efsanevi folk-rock müzisyeni Epigmenio Cruz’un bir hastaneye kaldırıldığını öğrendiklerinde “Bob Dylan’ı bile ağlatan” bu büyük adama, ölüm döşeğinde de olsa, saygılarını sunmak için yola düşerler. Başta son derece sıradan görünen bu yolculuk, gençler için Mexico City’nin gözle görünmez sınırları boyunca sürüp giden bir “kendini bulma” serüveni olacaktır.

Hal ve Gidiş: Chala henüz on bir yaşında, uyuşturucu bağımlısı annesiyle yaşayan bir çocuk… Dövüş köpeklerini eğitiyor ve tanık olduğu şiddeti dışavuruyor. Carmela ise Chala’nın saygı duyduğu öğretmeni… Bu iki insanın hayatı Carmela’nın hastalığıyla birlikte değişiyor. Yedek öğretmen, Chala’yı başka bir okula gönderiyor. Hastalığı sonrası okula geri dönen Carmela, sınıfını dönüştürmeye çalışan yedek öğretmene karşı çıkıyor. Ernesta Daranas Küba’da gişe rekorları kıran bu filminde sorunlu bir çocuğu ve onu bazen kabullenen, bazen reddeden bir toplumu derinlemesine inceliyor. 2014’de bir çok festivalden ödülle dönen bir film

Hamileler Diyarı: Ayyaşlığın eşiğinde, hâlâ baba evinde oturan 30’larındaki Ruth, bir bebeğin hoşgeldin partisini ergen zıpçıktılıklarıyla mahvedince (artık hepsi sorumluluk sahibi birer anne olan) eski lise arkadaşları tarafından “kendi zekâ yaşında arkadaşlar” bulması söylenerek dışlanır. Ama daha sonra “bebek taşıdığı” sanıldığında tuhaf bir şekilde gruba geri alınır. Başta itiraf etmeyi denese de, hamileliğin avantajları Ruth’a vazgeçemeyeceği kadar cazip gelecektir. Jacob Tierney’nin (Troçki, Canım Komşularım) yönettiği Hamileler Diyarı, toplumsal bebek takıntımız ve aidiyet hissi için ne kadar ileri gidebileceğimiz hakkında hınzır bir komedi. 2014 Vancouver En Sevilen Kanada Filmi

Hayatımın Şarkısı: İnsanın yüreğini ısıtan bu komedi-dramın başrolünde 16 yaşındaki Paula ve mandıracılık yapan ailesi var. Paula ailenin tek işiten üyesi olarak, neredeyse her gün sağır anne babası ile kardeşinin mecburi çevirmenliğini yapmaktadır. Günün birinde, şarkı söyleme yeteneğini keşfeden müzik öğretmeninin cesaretlendirmesiyle bir şarkı yarışmasına katılmaya karar verir; ancak bu karar ona bağımlı yaşayan ailesini bırakmak ve yetişkinliğe ilk adımı atmak anlamına gelecektir. Aynı zamanda “O Ses Fransa” yarışmacısı olan Louane Emera filmdeki şarkıları da kendi seslendirdi ve Paula rolüyle övgü topladı.

Hayatını Yaşa: Bu cesaret verici öykü, genç bir kadının hedeflerinin peşinden gitmesini konu alıyor. Leyla, beyin felci geçirmiştir ama yaşadığı tüm zorluklara rağmen başarılı bir üniversite öğrencisi ve gelecek vaat eden bir yazardır. Aynı zamanda asi bir kişiliktir; Delhi Üniversitesi’nden New York’taki bir okula transfer olmayı başarır ve böylece hayatını değiştirecek bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta hiç beklemediği birine âşık olan genç kadın, hem cinselliği hem de kendini keşfeder. Geçtiğimiz yıl pek çok önemli festivalde gösterilen film, özellikle başrolündeki Kalki Koechlin’in performansıyla beğeni toplamıştı.

İsrail Usulü Boşanma: Bu yıl İsrail’in Oscar adayı olan İsrail Usulü Boşanma, bir kadının bir ülkenin medeni hukukuyla olan çatışması üzerine kurulu. Geçen yılın filmlerinden eleştirmenlerin gözdeleri arasında yer alan film Viviane Amsalem’in kocasından boşanabilmek için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Viviane’ın yıllardır ayrı olmalarına rağmen boşanmayı reddeden kocası Elisha, bir toplumun bütün hücrelerine sinmiş ataerkilliğin en basit metaforu sanki. Bu açıdan, İsrail’in en saygın kadın oyuncularından Ronit Elkabetz ve erkek kardeşi Shlomi tarafından çekilen İsrail Usulü Boşanma’yı, hikâyesi İsrail’de geçen, serbest bir Bir Ayrılık uyarlaması olarak yorumlamak yanlış olmaz.

Kara Ruhlar: Gioacchino Criaco’nun romanından uyarlanan Kara Ruhlar, mafyaya dair filmlerde genellikle idealize edilen “aile şerefi” veya “erkeklik gururu” gibi kavramlara şüpheyle yaklaşıyor. Zira bir yarısı suç dünyasına bulaşmış, diğer yarısı ise o dünyadan uzak durmaya çalışan bir ailenin öyküsü bu. Mafyaya biat etmeden, bir çiftçi olarak hayatını sürdürmeye çalışan Luciano’nun en büyük korkusu, genç oğlunun amcalarının yanında suça bulaşması; fakat geçmişten gelen bir kan davasının etkilerinden sıyrılamayan bu aile için şiddetten kaçmak giderek daha güç hale gelmekte. Venedik’te Altın Aslan için yarışan ve festivalden ödülle ayrılan Kara Ruhlar’ın bir diğer ilginç yanı ise İtalya’da mafyanın en etkin olduğu bölgede, Calabria’daki Africo kasabasında çekilmesi. Yönetmen Francesco Munzi bu tercihiyle ilgili şöyle diyor: “Africo’nun suça bulanmış, çok sert bir geçmişi var ama bu geçmiş ülkemizle ilgili pek çok şeyi anlamamıza da yardımcı olabilir. Africo’dan bakınca İtalya’yı daha net görüyorsunuz.”

Kızıl Ordu: Tarihin en başarılı spor hanedanı: Kızıl Ordu buz hokeyi takımı… Takımın meşhur kaptanı Slava Fetisov’un bakış açısından anlatılan film, bu süperstar sporcuyu ulusal kahramanlıktan siyasal muhalifliğe doğru izlerken, Kızıl Ordu takımı aracılığıyla 1980’lerin SSCB’sinden günümüz Rusya’sına yaşanan değişimleri de gözlemliyor. Prömiyerini yaptığı Cannes’da hemen bir hite dönüşen filmin yürütücü yapımcılarından biri Werner Herzog. Stalin ve haleflerinin sporcuları ideolojilerinin temsilcileri olarak gördüğünü düşünürsek, Kızıl Ordu’yu da buz pistinde geçen bir Soğuk Savaş ve otoriteye boyun eğmeyerek geleceği değiştiren cesur bir bireyin öyküsü olarak izlemek mümkün.

Küçük Bir aşk Hikayesi: Tahran dışında, kaçak Afgan mültecileri çalıştıran küçük bir kaçak fabrika. Yakınlarında, bu mültecilerle ailelerine yuva olmuş gecekondular, teneke mahalleleri… Genç İranlı işçi Sabır, eski asker, yeni kaçak işçi Abdülselam’ın kızı Maruna ile gizlice buluşuyor. Birbirlerine verebilecekleri o kadar az şey varken, yine de âşık oluyorlar; bu işin sonu hiç de belli olmasa da… Afganistan’ın Oscar’a aday gönderdiği bu dokunaklı ilk film, gerçek olaylardan esinleniyor. “Afganistan’daki uzun süreli yıkıcı Sovyet işgali birçok Afganı sürgüne zorladı. Kaçanların çoğu İran veya Pakistan’a sığındı. Bu mülteciler toplumsal konumları da dahil sahip oldukları birçok şeyi kaybetseler de, onurlarını hiç kaybetmediler. Ailemle ben de bir süre önce İran’da mülteciydik; çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz orada geçti. Kardeşim Nevit’le birlikte âşık olduğumuz sinema, bize umut ışığı ve kaçış yolu oldu. Küçük Bir Aşk Hikâyesi de bizim ilk uzun metrajlı filmimiz.” – Cemşit Mahmudi

Küçük Ölüm: Cinsellik, sırlar, kader, fetiş ve tabu üzerine son derece romantik bir komedi; sıradan beş çiftin yaşam ve arzularını dile getiren bir öykü. Filmin adı Fransızcada orgazm anlamına gelen “la petite mort” sözünden esinleniyor. Avustralyalı senarist ve yönetmen Josh Lawson’ın gelişini müjdeleyen Küçük Ölüm hem sivri bir seks komedisi hem de gizli yaşamları yufka yüreklilikle gözlemleyen bir film. İlk bakışta gayet normal gözüken bir sokakta, kapalı kapıların ardındaki yaşamlara bakıyoruz: Bu sokakta yaşayan bir kadının oldukça tehlikeli bir fantezisi var; komşu adam karısıyla tekrar flört etmeye başlıyor; cinsel bir deneyim yaşayan çift, yıkılmadan ayakta kalmaya çalışıyor; bir kadın ancak ve ancak kocası acı çekerse zevk alıyor; bir çağrı merkezi çalışanına edepsiz ve saçma bir telefon geliyor… Derken, pek cazibeli yeni bir komşunun taşınmasıyla tüm öyküler birbirine bağlanıveriyor.

Messi: Arjantin’in en büyük teknik direktörlerinden biri olan César Luis Menotti, Messi’yi şöyle anlatıyor: “Derin oynuyor, geniş oynuyor, nasıl isterse öyle oynuyor; çünkü tanrılar gibi oynuyor.” Peki Messi’yi bir futbol tanrısı yapan ne? İspanya’nın yaşayan en önemli yönetmenlerinden Alex de la Iglesia, Barcelona’da oynayan Messi’nin peşine bu soruyu sorarak düşüyor ve dünya futbol tarihine iz bırakacak bu efsane ismi aktif olarak futbol oynadığı bir dönemde belgeleme şansına erişiyor.

Motivasyon Sıfır: Gösterildiği birçok festivalde eleştirmenler tarafından övgüye boğulan Motivasyon Sıfır, şehirden uzak bir çölde gün sayan kadın askerlerin hikâyesini anlatıyor. Dış dünyadan izole bir köşede, olanca gücüyle zamanı eritmek için çabalayan ve bütün sırlarını birbirleriyle paylaşan bu kadınların aslında tek bir beklentileri var: Sivil hayata geri dönmek. Genç kadın yönetmen Talya Lavie’nin ilk uzun metrajlı filmi, kara mizahın bütün nimetlerinden faydalanıyor.

Nabat: Azerbaycan’ın bu yılki Oscar adayı Nabat, 90’lı yılların başında, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı dönemde geçiyor. Savaş bölgedeki çoğu ülkede etkisini göstermekte… Nabat ve kocası İskender’in yaşadığı küçük köyde de durum farklı değil. Oğlunu da savaşta kaybetmiş olan Nabat kocasının hastalığına, zor doğa koşullarına ve çoğu komşusunun birer birer köyü terk etmesine rağmen evinden ayrılmamakta ısrar ediyor. Yönetmen Elçin Musaoğlu, bu güçlü kadın karakterin direnişini eş düzeyde etkileyici bir sinema diliyle perdeye taşımış. Nabat’ı canlandıran Simin Fatemeh Motamed-Aria, 2013’te Altın Lale Uluslararası Yarışma jürisindeydi.

Onur: Yıl 1984… Ulusal Maden İşçileri Sendikası, Birleşik Krallık genelinde grev ilan etmiş durumda. Yeterince kazanç sağlamadığını düşündüğü maden ocaklarını kapatma kararı almış muhafazakâr Thatcher hükümeti ise grevdeki madencilere tüm gücüyle saldırmakta. Bu dönemde madencilerle aynı taraflara (Thatcher, polis ve hükümet yanlısı basına) karşı mücadele ettiklerinin farkına varan Londralı bir grup aktivist lezbiyen ve gey, madenciler için yardım parası toplamaya karar verir ve böylece tarihe geçecek bir dayanışma öyküsü yazılmaya başlanır.

Sahipsiz Çocuk: 1988’de Bosna’da medeniyetten uzak, dağlık bir arazide bulunan bir kurt-çocuk Belgrad’da bir kimsesizler yurduna gönderilir. Doktorların ümitsizliğine rağmen, diğer insanların arasına katılacak kadar normal sosyal yetiler edinir. Ne yazık ki 1992’de patlak veren savaş yüzünden Bosna’ya geri dönmek zorunda kalır. Burada, kendi memleketinde bir kez daha kendini bir yabancı, hatta savaş ortamının kaosunda bir “uzaylı” gibi hissedecektir. Senarist ve yönetmen Vuk Rsumovic’in bu ilk filmi gerçek bir hikâyeye dayanıyor ve savaş ortamında kendi kaderlerine terk edilen milyonlarca çocuğun habis bir kısır döngü haline gelen hayatlarını anlatıyor.

Sessiz Kalp: Danimarka’dan çıkan en önemli yönetmenlerden Bille August’un prömiyerini yaptığı San Sebastian Film Festivali’nde parlayan bu son filmi, üç kuşak aile bireylerini bir hafta sonu için bir araya getiriyor. Kalabalığın içinde, hastalığı daha da kötüleşmeden ölmeye karar veren Esther ve onun bu kararına saygı duymak zorunda kalan aile üyeleri var. Bille August’un bu çarpıcı aile dramı, yaşam, sevgi ve ölüm üzerine bir kez daha akıl yürüten yönetmenin son dönemindeki en iyi işlerinden biri olarak kabul ediliyor.

Seymour: Before Midnight / Geceyarısından Önce ve Boyhood / Çocukluk filmlerinin yıldızı, yönetmen ve romancı Ethan Hawke’un imzasını taşıyan bu belgesel, klasik piyano ustası, yazar, öğretmen ve bilge Seymour Bernstein’ın gayet samimi bir portresini çiziyor. Küçük yaşta piyano çalmaya başlayan Bernstein, kariyerini gelecek vaat eden bir konser piyanisti olarak geliştirmek yerine müzik öğretmeni olmayı tercih etti. Bugün 85 yaşını süren büyük piyanist, yaşamını Manhattan’da küçük bir dairede sürdürüyor. Ethan Hawke bu filmle bizi hayranı olduğu Bernstein’ın dünyasına götürüyor: Büyük ustanın çalışma alışkanlıkları, anıları, Kore Savaşı’ndan aklında kalanlar, diğer piyanistlerle ilgili gözlemleri, öğrencileri ve sabır, bağlılık, sanat ve yaşama dair düşünceleri, hepsi bu filmde…

Sihirli Kız: İspanyol sinema ödüllerine damgasını vuran Sihirli Kız’a hayran kalan isimler arasında Pedro Almodóvar da yer alıyor. Lösemi hastası kızının son dileğini yerine getirmek için her şeyi göze alan işsiz bir baba, geçmişi sırlarla dolu ve bunalımda bir ev kadını, son on yılını hapishanede geçirmiş bir matematik öğretmeni… Carlos Vermut ikinci uzun metrajlı filminde, hayatları kesişen bu insanların hikâyesini anlatıyor. Bir aile dramı gibi başlayan Sihirli Kız, giderek karanlık ve rahatsız edici bir noktaya doğru ilerliyor ve final sahnesine dek seyircisini şaşırtmaya devam ediyor.

Taksi: Sarı bir taksi Tahran’ın canlı ve renkli caddelerini dolaşmaktadır. İnip binen farklı yolcular bizzat taksiyi kullanan Jafar Panahi ile söyleşmekte ve hayatın her alanında fikirlerini ifade etmektedir. Panahi bu yeni filminde kendisini de içine katarak İran toplumunun sosyal katmanları arasında geziniyor. “Ben bir sinemacıyım. Sinemadan başka hiçbir şey yapamam” diyen yönetmen bir kez daha sinema yapmasına engel olmaya çabalayan ülkesiyle hesaplaşırken, bir toplumu anlatması için başrolü bir taksiye veriyor.

Tanrılarla Konuşmalar: Farklı coğrafya ve inanç sistemlerinden dokuz ünlü yönetmenin bir araya gelerek yaptığı Tanrılarla Konuşmalar, inanç ve inançsızlık üzerine bir zihin egzersizi. Ateizmden Hinduizme, İslamdan Budizme uzanan bir yelpazede her yönetmen, kendi kültürüne yakın duran inanç sistemi üzerinden bir hikâye anlatıyor. Guillermo Arriega’nın fikir babalığını yaptığı, 9 kısa filmden oluşan bu projedeki yönetmenlerin isimleri heyecan verici. Bahman Ghobadi, çektiği bölümde Yılmaz Erdoğan bir kez daha birlikte çalışma fırsatı buluyor.

Theeb: “Arap dünyasından çıkan en izleyici dostu film” olarak tanımlanan Theeb’de, küçük bir çocuğun, babasının ölümünün ardından nasıl yetişkine dönüştüğünü izliyoruz; kardeşlik ve ihanet üzerine bir film bu… Yıl 1916, Arap İsyanı başlamak üzere. Kabilede bedevi geleneklerine göre sürüp giden yaşam, bir İngiliz subayın gizemli bir görevle yanlarına gelmesiyle değişir. Theeb’in ağabeyi Hüseyin, Arap çöllerinde yapacağı tehlikeli yolculukta subaya mihmandarlık yapmayı kabul eder. Ancak tuzağa düşerler ve Theeb küçücük yaşına rağmen durumun derhal farkına varır: Hayatta kalmak için, tıpkı adını taşıdığı kurt gibi olmalı, yetişkin olmayı ve güvenmeyi öğrenmelidir.

Toprağın Tuzu: Ünlü Brezilyalı fotoğraf sanatçısı Sebastião Salgado hakkındaki bu belgesel, filmleri kadar fotoğraf çalışmalarıyla da tanınan usta yönetmen Wim Wenders ile Salgado’nun oğlu Juliano Ribeiro’nun imzasını taşıyor. Salgado’nun geçtiğimiz 40 yıl boyunca çektiği fotoğraf serilerinin hikâyesini perdeye taşıyan film, aynı zaman zarfında dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanmış sorunları da hatırlatıyor. Oscar adayı Toprağın Tuzu sadece benzersiz fotoğraflardan oluşan bir sergi değil, aynı zamanda bir baba-oğul hikâyesi. Wim Wenders’in Berlin’de prömiyer yapan Her Şey Güzel Olacak filmi de festivalde gösteriliyor.

Ulusal Müze: Dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Londra’daki National Gallery, usta belgeselci Frederick Wiseman’in yeni belgeselinin merkezinde yer alıyor. Müzenin 2300’den fazla parça içeren koleksiyonunun genişliği filmin süresine de yansıyor. Bu ayrıntılı belgeselde Wiseman, müzeyi gezen ziyaretçilerin ve akademisyenlerin, küratörlerin, eğitimcilerin tablolarla kurduğu ilişkiye eğiliyor. Müzenin farklı odalarındaki birbirinden ünlü ve önemli tablolar aracılığıyla, resim ve hikâye anlatma sanatları arasındaki ilişkiyi ele alıyor.

Veda Partisi: Sharon Maymon ve Tal Granit’in uzun metrajlı ilk filmi olan Veda Partisi, janrının tüm olanaklarını seferber eden bir kara komedi. Bir huzurevinde yaşayan birkaç dost, ölmek isteyen bir arkadaşları için bir ötanazi makinesi icat ediyor. Yaptıkları makinenin haberi yayıldıkça ve her gün daha çok insan makine hakkında soru sormaya başlayınca mucitler oldukça zorlu bir soruyla karşı karşıya kalıyor: İnsanların ölmesine yardım ederek doğru bir iş mi yapıyoruz acaba?

Victoria: Victoria, Berlin’e yeni taşınmış, hayatını kafede çalışarak kazanan genç bir kadın. Berlin’de henüz arkadaş edinememiş; oldukça girişken ve hayatında heyecan arıyor. Bir gece, eğlendiği bir kulübün hemen dışında bir grup erkekle tanışıyor. Sonraki saatte bir banka soygununa varacak olaylar silsilesi hem Berlin’in arka sokaklarını hem de Victoria’nın karanlık taraflarını gözler önüne seriyor. 140 dakikalık tek bir plandan oluşan, benzerine kolay rastlanamayacak türden bu filmde dram, mizah, romantizm ve suç bir arada. Yönetmen Schipper’in sözleriyle: “Bu bir banka soygunu filmi değil. Bu bir banka soygunu.”

Virunga: Yönetmen Orlando von Einsiedel ve yürütücü yapımcı Leonardo di Caprio, “yürek burkan bir duyarlık ve yürek hoplatan bir gerilimle iç bunaltıcı bir rüşvet, yolsuzluk ve şiddet ağı” anlatıyor. Dünyanın biyoçeşitliliği en yüksek yerlerinden biri olan Kongo Virunga Milli Parkı M23 silahlı isyancıları tarafından tehdit edilince, küçük ve yorgun bir korucu ekibi karşılarına dikilir. Eski bir çocuk asker, yetim gorillerin bakıcısı, bir doğa koruma uzmanı ve film ekibi de iki ateş arasında kalır. Kahramanları, kötü adamları, gorilleriyle bu benzersiz aksiyon-belgesel, daha güzel bir dünya için kendi hayatını hiçe sayanların inanılmaz öyküsünü anlatıyor.

While We’re Young: Josh ve Cornelia çocukları olmayan, New York’lu bir çifttir. Dostları çocuk sahibi olup onlardan uzaklaşmaya başlayınca, hipster bir çift olan Jamie ve Darby ile yakınlaşmaya başlarlar. Kendilerinden daha genç insanlarla vakit geçirdikçe hep aradıkları hayat enerjilerine yeniden kavuşurlar; bu insanların zannettikleri kadar güvenilir olmadığını anladıklarında ise büyük bir şüpheye kapılırlar. Bir önceki filmi Frances Ha ile son yılların en çok konuşulan bağımsızlarından birini yapan Noah Baumbach, ilk kez Toronto Film Festivali’nde görücüye çıkan yeni filminde uzmanlık alanı olan insan ilişkilerini merkeze alıyor.

Yorum bırakın